rss: yazılar
arama
Ölüm, Kıyamet ve Ahiret’e Dair
Hepimize er ya da geç gelecek ölüm kadar kesin bir hakikat yoktur. O kadar ki, ölüm her yazın bir kışı, her gecenin bir gündüzü olmasından daha kesindir. Ve insanla ölüm arasında saniyeden kısa bir zaman süreci vardır. Her an, her yerde, her halde yakalayabilir.
İnsanoğlu fıtratı gereği yok olmaktan hoşlanmaz, daima yaşamak, var olmak ister. Nasıl yolculuğa çıkacağı vakit yolun durumu, varacağı yer hakkında bilgi edinmek isterse, ölüm ve sonrası hakkında da bilgi edinmek ister.
Ölüm ve sonrası hakkında bizlere doğru bilgi verecek tek kaynak Allah’ın Kitabı ve Peygamberi’dir. Zira akıl ve duyuların o alemi idrak edemeyecekleri gibi, gidenler de geri gelmedikleri için öğrenme imkanı da yoktur.
Hakiki hayatın başlangıcı olan ölüm çetin bir geçittir. Dünyaya gelen herkes bu geçitten mutlaka geçecektir. Böylece misafir olarak geldiğimiz bu fani dünyadan gerçek evimize döneceğiz. Ne kadar yaşarsak yaşayalım, ne kadar çabalarsak çabalayalım, ölüm uzun ömürle kısa ömrün arasındaki farkı kaldırır.
Mümin, her gün ölüm ve ahireti düşünerek, her nefeste son nefesi yaşamanın şuuruna ermelidir ki, ölüm hayatını terbiye edebilsin ve “ölmeden evvel ölmenin” sırrına erip, ecelini gülerek karşılayabilsin. Bu sırra erdikten sonra ölümün acısını, sekeratın sancısını duymaz. Çünkü ölüm onu korkutmaz. O an artık onun için sevgiliye kavuşma anından başka bir şey değildir.
Yüce Dinimiz’de ölüm ile hayat o kadar iç içedir ki, insanoğlu adeta ölmek için doğar ve ölümle yepyeni bir hayata başlar. İslâm’ın şehircilik anlayışında mezarlıkların şehrin dışında değil de içinde yer alması, bu iç içeliğin güzel örneklerinden biridir ve ölüm için hazırlığa bir çağrıdır.
Yeryüzünden gelip geçenlerin tümü ölümü kabul etmişlerdir. Ancak aralarında büyük farklar vardır. Ölümü gerçek manası ile kabul edenler ancak müminlerdir. Cenab-ı Hak, “Her nefis ölümü tadacaktır.” buyurmuştur. Yani kaçınılmaz bir gerçektir. Öyleyse ona hazırlıklı ve tedbirli bulunmak, ancak onu hatırlamak ve hiç unutmamakla olur. Fahr-i Cihan s.a.v., “lezzetleri yok eden ölümü çokça hatırlayın” buyurur.
İnsanların sözünden bile çekindikleri, her canlının imkan bulsa kaçmak istediği ölüm, görünüşte bir bitiş, bir yok oluş, dönüşsüz bir yol gibi olsa da, aslında yeni ve ebedi bir hayatın başlangıcıdır. Bu hayat dünya hayatı gibi değil, Rabbi’ne hakiki kulluk yapanlar için en hayırlı bir hayattır. İnsanı hayatında iken üzerinde, vefatından sonra da bağrında (kabirde) konuk eden bu dünya, bu hayırlı hayatın elde edileceği bir mekândır. “Dünya ahiretin tarlasıdır” hadis-i şerifi, bize bu dünyanın ahiret için önemini anlatır.
Kişi şunu asla unutmamalı, sevmediği ölüm bir gün muhakkak gelecek, nerede olursa olsun, onu bulacaktır. Ancak insanın ne zaman, nerede, nasıl öleceği belli değildir. Rabbimiz bunu bildirmemiştir. Bu gizliliğin hikmetleri vardır. Şayet insanlar ecellerini bilselerdi her zaman huzursuz yaşayacaklardı. Bazıları gaflete dalacak, belirli yaşa kadar dilediğince yaşayıp daha sonra tevbe ederek ölüme hazırlık yapabileceğini düşünecekti.
Ecelin vakti bilinmediği gibi, kainatın ölümü denilebilecek kıyametin de vakti bilinmez ve hiç kimseye bildirilmemiştir. Bu konuda ortaya atılan birçok iddiaya karşı şu ayet-i kerimeyi hatırlayalım: “Sana o saati (kıyameti) soruyorlar, sende ona ait bilgi yoktur ki anlatasın. Onun ilmi ancak Allah’ın katındadır.” (Naziat, 42-44)
Evet; kıyametin ne zaman vuku bulacağını Allah’tan başka kimse bilemez, ancak onun yaklaştığına dair birçok alamet ve işaret vardır. Bunları ayetler ve hadisler haber vermektedir. Kıyametin kopma vakti, “mugayyebat-ı hamse” denilen Allah’tan başka kimsenin bilemediği beş şey arasındadır.
Kısa da olsa ne zaman sona ereceği belli olmayan bir ömür, hangi gün ve saatte sona ereceği önceden bilinen uzun bir ömürden daha kıymetlidir. Bundan dolayı insanın ecelini rahmetiyle gizli tutan Rabbimiz, kainatın eceli olan kıyameti de kainatın ömrü içinde gizlemiştir. Böylece ilk ve orta devir insanlarının kıyamet korkusundan uzak olarak gafletle yaşamaları engellenmiş; son asırdaki insanların ise kıyametin kopacağı tarihi bilmelerinden doğabilecek üzüntü ve ızdırapları ortadan kaldırılmıştır. Zaten bu dünya imtihanı da bu gizliliği gerektirmektedir.
Kıyametin vaktinin gizli tutulması, aynen insan ecelinin gizli tutulması gibi hikmet ve merhamet tecellisidir. Ancak bu gizliliklerde ilim ve iman sahipleri için bazı işaretler vardır. Misalen Kadir Gecesi Ramazan ayı içinde gizlidir. Fakat bu gecenin Ramazan’ın ikinci yarısında ve hususen tek sayılı gecelerde beklenilmesine, aranılmasına dair Peygamberimiz s.a.v.’in tavsiyeleri bulunur. Aynen buna benzer işaretleri kıyametin ne zaman kopacağı hususunda da görmek mümkündür.
Küçük alametlerinin çoğunun tamamlandığı, büyük alametlerinin bir kısmının da görülmeye başlandığı kıyametin haberlerini Rabbimiz birçok ayette bildirmiştir. Bu ayet-i celilelerde anlatılan sahnelerde görülen dehşet, insanları olduğu gibi dağları, denizleri, yıldızları, her şeyi kuşatır. O dehşet anında insanlar akıllarını yitirmişcesine etrafa koşuşup duracaklar, nihayet bedeninden ayrılmış olan ruhlar bedenlerine döndürülecek, insanların yapıp ettiklerinin hesabının görüleceği mahşer gerçekleşecektir.
Mahşer günü yaratılmış, yaşatılmış ve öldürülmüş olan bütün mahlukat durumlarına göre sevinç veya üzüntü içinde hesaba çekilmeyi bekleyeceklerdir. Mutlak adalet sahibi olan Rabbimiz hesapları gördükten sonra herkes hakkettiği yere gönderilecek. Bu akibetten kurtulmanın imkanı yoktur.
Ölüm, kıyamet, ahiret, bütün varlıklar için geçerli olduğu halde, asıl itibariyle bunun temel noktasını insan oluşturur. Dünya hayatı insanoğlu için var edildigi gibi, ahiret hayatı da insana yönelik yaratılmıştır. Bir damla sudan mükemmel bir varlık halkeden Mevlâmız, elbette toprağa karışmış, çürümüş kemikleri tekrar diriltecektir.
Beden ve ruhtan meydana gelmiş olan insan, bedeniyle değil, gerçek manada ruhuyla insandır. Topraktan yaratılmış olan cesedin akıbeti yine toprak olmak olduğu halde, sayesinde insanın insanlığını kazandığı ruhu Cenab-ı Hak ebedilik fıtratıyla yaratmıştır. Bu sebeple insan ölümden sonraki alemde ebedi olmayı istediği gibi, bu dünyada da eserleri ve hatıralarıyla ebedi olarak yaşamayı arzular.
Dünyada ebedi olmak imkanının kendisine verilmediğini gören insanoğlu eğer ahiretteki ebediliğe de inanmamışsa, yok olmak korkusu ve dünyada ebedileşme hayaliyle çalışmış, katlanmadık sıkıntı bırakmamıştır. Sonuçta yine de kalp huzuruna, ferahlığa kavuşamadan o da her fani gibi ölüm acısını tatmıştır.
Hayatı yaşanmaz hale getiren ölüm korkusundan insanı kurtaran ve ruhunda, fıtratındaki ebedilik arzusunu bütünüyle tatmin eden tek şey, ancak ahiret inancıdır.
İlim ehlinin tabiriyle ademoğlunun dört konağı, herbiri bir öncekinden daha büyük olan dört evi vardır. Birincisi anne karnı, ikincisi dünya, üçüncüsü berzah (kabir alemi), dördüncüsü de ebedi kalınacak olan cennet veya cehennemdir.
Dünyanın neresine gidilirse gidilsin, insanlarda mevcut olan isteklerden birisinin genç kalmak ve ebedi yaşamak arzusu olduğu görülür. Dünyalar ona verilse ebedi hayat arzusunun yerini dolduramaz. İşte bu hissin dünyada tatmini mümkün değildir. Merhametli olan Rabbimiz bu şiddetli ihtiyacı karşılıksız bırakmamış ve biz kulları için ebedi bir hayat olan ahiret alemini yaratmıştır.
Diğer taraftan Rabbimizin “Adl” ism-i şerifi, mutlak adaletli olan Allah’ın izzet-i celaline uygun bir ceza yeri ve bir de mükafat yeri olmasını icap ettirir.
Bir ilâhi adalet gerektir ki, zalim cezasını, mazlum da hakkını alabilsin. İşte bütün bunlar ahiret alemini gerektirir. Muhakkak ki nihayetsiz adil ve merhametli olan Rabbimiz’in zalimlere layık oldukları cezayı vereceği daimi bir cehennemi ve iman edenleri, mazlumları mükâfatlandıracağı ebedi bir cenneti olacaktır.
Ahiret hayatına inanıyor olmanın insan hayatı üzerinde çok büyük ve derin etkileri vardır. Dünya hayatının hakikatini anlamak, ancak bu iman sayesinde mümkündür. Dünya ile ahiret birbirine bağlıdır. Dünya ahiretin tarlası ve ahiret için olduğu gibi, ahiret de dünya için, bu dünyanın nizam ve düzeni içindir.
Bunun içindir ki ahirete iman, dünyanın ıslahı ile ahiretin kazanılmasını bir arada sağlar.
Rabbimiz’in tevfik ve inayeti ile.
Mübarek Erol, Semerkand Dergisi, Mart 2003.
Bu yazı 6.369 kere okunmuştur.
Sosyal medya:
Tweetle