rss: yazılar
arama
Hizmet Allah İçin Olmalı

Kamu hizmeti, geniş anlamıyla devlet idaresinden toplumun çekirdeği olan aile idaresine kadar bütün hizmetleri içine alır. Bu açıdan, hayır maksatlı vakıflar ve dernekler de kamu hizmeti gören önemli kurumlardır.
Kamu hizmeti görmek, insanlara yardımcı olmak, hele de bu hizmetleri idare etmek gerçekten çok kıymetli bir iştir. Allah katındaki sevabı ve mükâfatını hesap etmek mümkün değildir.
“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydası olandır” hadis-i şerifi, “hayırlı” bir insan olmayı murat edenlere, bunun yolunun hizmetten geçtiğini haber vermektedir. (Ebü Ya‘lâ, el-Müsned, 6/65; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/191; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 7658; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sagîr, nr. 4044; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, nr.1252)
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v) bu tavsiyelerini ve bizzat uygulayarak gösterdikleri hizmet anlayışını baş tacı eden müslümanlar, insanlara ve hatta hayvanlara hizmet gayesiyle çeşitli müesseseler kurmuşlardır. Bu müesseselerin en başında vakıf gelir.
Vakıflar, tarih boyunca İslâm toplumlarının hayat damarları olmuştur. Günümüzde de, geçmiş devirlerdeki kadar kapsamlı olmasa da, birçok alanda hizmet veren hayır maksatlı vakıf ve dernekler önemli hizmetler görmeye devam etmektedirler.
Ne var ki, güzel hizmetleri gerçekleştirmek için bir organizasyon çatısı altında yola çıkan insanlara da, toplumumuzun karşı karşıya bulunduğu çeşitli mânevî hastalıklar bulaşabilmektedir. Bunun sonucunda da hiç hesapta olmayan durumlar karşımıza çıkabilmektedir.
İnsanların yararı için organize edilen hizmetleri yürüten görevliler, aslında başka insanlara göre iki kat daha dikkatli olmak zorundadırlar. Zira insanlara hizmet demek, başkalarına ait hakların söz konusu olduğu alanlarda iş yapmak demektir. Bu da işin içine Cenâb-ı Mevlâ’nın asla affetmeyeceği kul haklarının girmesi mânasına gelir.
Üstelik, kamu hizmetlerinde hakların ihlâli şahıs adına değil, toplum adınadır. Dinimizde kamu alanına giren her şey Allah hakkı olarak değerlendirilir. Yani Allah’ın emaneti olarak üstlenilen bir kamu yetkisi ile kulların haklarını çiğnemek demek olur ki, bu en büyük günahlardan sayılmıştır.
Günümüzde hizmet organizasyonlarında vazifeli olanların, özellikle idarî vazifesi olanların içine düştüğü tehlikeyi daha açık anlatalım.
Hizmetleri idare etmek için mütevelli heyetleri seçilmekte ve her bir heyete de bir başkan tayin edilmektedir. Mütevelli heyetlerinde görevli olanlar, özellikle başkanlığa tayin edilenler, başlangıçta her şeyi Allah’ın bir lutfu kabul ederken, zamanla bu hakikati unutabilmektedirler.
Hizmetler yavaş yavaş “ben merkezli” olmaya başlıyor; istişareler yozlaşabiliyor, âdeta başkanın veya birkaç ahbabının vermiş olduğu kararı meşrulaştırma organı haline gelebiliyor. Hizmetlerin muhatap kitleye mümkün mertebe yaygınlaştırılması gerekirken, sınırlı sayıda insanların tekelinde kalabiliyor. Sonuç hiç kimseyi sevindirmiyor. Ne hizmetler arzu edilen seviyede verilebiliyor, ne de fedakârlığa hazır gönüller hizmete katılabiliyor.
İşin daha da acı olan tarafı şudur: Özellikle vakıf ve derneklerde topluma hizmet eden insanların büyük bir kısmı, hizmetlerini herhangi bir maddî menfaat karşılığında yapmazlar. Hatta birçoğu sadece mesaisini vermekle kalmaz, kendi cebinden harcamalarda da bulunur. İşte bu fedakâr insanların zarara uğramaları ve başkalarını zarara uğratmaları ne kadar acıdır!
Bu nasıl olur, bu kadar fedakâr insanlar kendilerine ve başkalarına nasıl zarar verebilir?
Nasıl ferdî amellerimizde elimizi boşa çıkaran riya, kibir, ucb gibi hastalıklar varsa, hizmet gayesi ile yapılan organizasyonlarda görevli kişileri verimsizleştiren, zarara uğratan ve başkalarının zarar görmesine sebep olan bazı mânevî hastalıklar da vardır. Bu mânevî hastalıkları ve tedavi yollarını kısaca zikredelim.
Hizmet ehli insanları pusuda bekleyen birinci hastalık “benlik duygusu”dur. Bu duygu çok masum şekillerde ortaya çıkar. İyi ve güzel işler yapma arzusu çok olur. Fakat kendisi olmadan bu iyiliklerin ve güzelliklerin ortaya çıkamayacağını düşünür.
Benlik duygusunun bir başka görünümü de, hizmet içinde yer alan insanın, Allah Teâlâ’nın bu iyilikleri başkalarına değil de kendisine nasip ettiğini düşünerek, ayrıcalığı olduğu zannına kapılmasıdır. Bu zanna kapılan kişi yürütülen hizmetlerde nefsini pay sahibi görür. Ayrıca çevresinde meydana gelebilecek bütün iyiliklerde kendi imzasının bulunmasını arzu eder. Bazan bununla da yetinmez; kendisinin içinde bulunmadığı hizmetleri ya kabul etmez veya bir şekilde engel olmaya çalışır. Bu davranışını da iyilik yapmak olarak telakki eder.
Benlik duygusundan kurtulmanın tek yolu, şu âyet-i kerimeyi bakış açımızın esası hâline getirmektir:
“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (Nisâ 4/79)
Âyet-i kerimeyi iyi anlayan insan, başarılarda kendisini pay sahibi görmek yerine, karşılaşılan eksikliklerde kendisine pay arar; iyiliklere hissedar olmaya çalışmaz. Çünkü iyilik ve güzellik namına ne varsa, tamamen Allah’a aittir.
İkinci önemli hastalık “baş olma duygusu”dur. Hayırlı hizmetlerde genellikle hiç kimse doğrudan baş olma sevdası ile öne çıkmaz. Nefis bunu masum niyetlerin arkasına gizler. Fakat insan olmanın bir gereği, nerede olursa olsun, içindeki baş olma arzusu her an devreye girebilir. Bir de çevredeki insanların “başkanım”, “sayın başkan” gibi iltifatları bu arzunun depreşmesine sebep olabilir. Sonuçta hiç hesapta olmayan şu hal ile karşılaşılır: Kendinizi her şeyden sorumlu ve her şeyi yapmaya yetkili görmeye başlarsınız. Sizden habersiz kuş uçmaması gerektiğine inanırsınız. Düzgün işler yapılsa bile, eğer sizden habersiz yapılmışsa mutlaka bir eksiklik olduğunu sanırsınız.
Baş olma arzusundan kurtulmanın çaresi de, yaptığımız hizmetlerin bize ait olmadığına, yukarıda meâli verilen âyet-i kerime hükmünce, onların gerçek sahibinin Allah olduğuna kesin olarak inanmaktır.
Bu hizmetlerde istihdam edilen insan, hikmet nazarıyla bakarak emin olmalıdır ki, lâyık olduğu için değil; tamamen affına vesile olsun diye ikram edilen bir lutufla, aralanan bir merhamet kapısıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Şöyle tefekkür etmek lâzımdır: “İşin içinde ben olmasaydım, hizmetler daha iyi yürüyebilirdi. Meydana gelen aksaklıkların kaynağı belki de benim nefsimdir.”
Bir hizmetin hangi noktasında bulunursak bulunalım, sık sık Allah’a müracaat edip, eksikliklerimiz sebebi ile kimsenin zarara uğramamasını dilemeli ve bu hizmetler için daha hayırlı insanların istihdam edilmesini samimi olarak temenni etmeliyiz.
Hayır maksatlı vakıf ve dernek gibi kamu hizmetinde bulunanların yakalanabileceği üçüncü önemli hastalık, istişareyi terkedip, kendi başına karar vermektir. Oysa insanlara hizmet için yetki ve sorumluluk alanlar, doğru kararlar verebilmek için ellerinden gelenin azamisini yapmalıdır.
Bu konuda Hz. Ömer (r.a) örneğini unutmamak gerekir. O, hükmünü Kur’an ve sünnette bulamadığı konularda hemen karar vermezdi. Sahâbe-i kirâm ile uzun istişareler yapardı. Bu istişarelerin bazan haftalarca sürdüğü nakledilir. Sonunda genellikle ittifakla karara varırlardı. Hz. Ömer (r.a), istişarenin sağlıklı olması için sahâbe-i kiramdan birçok kimsenin Medine dışına yerleşmesine dahi izin vermemişti.
“Heyeti toplayamadım, toplantıya gelmediler; ben de hizmetler ortada kalmasın diye kararımı verip uyguladım” gibi mazeretler, istişare yapmamayı meşru kılmaz. Ne yapıp edip, başkalarının da hizmetlere sahip çıkmasını temin etmek en büyük hizmettir. Diğer hizmetler bundan sonra gelir.
Evet, kamu hizmetlerini idare ederken meydana gelebilen bu önemli hastalıklar herkes için söz konusu olabilir. Çünkü Allah Teâlâ kullarını imtihan eder. Önemli olan, rehavete kapılmamak ve niyetleri sürekli kontrol etmektir. Âcizliğinin farkında olana Allah yardım eder; beklemediği yönlerden ona destek verir.
Bahsettiğimiz bu hastalıkları önemsemeyen insanlara gelince, onlar kendilerine acımıyorsa, insanlara acımalıdırlar. Hiç kimsenin işgal ettiği hizmet noktasını nefsine yedirmeye, kendi benliği için insanları harcamaya hakkı olamaz.
Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) şu ikazlarını dikkate almamak nasıl mümkün olabilir:
“Müslümanlardan bir topluluğun idaresine gelen kişi onları aldatır da ölürse, Allah Teâlâ cenneti ona haram kılar.” (Buhârî, Ahkâm, 8; Müslim, İmâre, 21, 22; Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, nr. 3260, 3261)
‘Allah Teâlâ’nın bir topluluk üzerine idareci kıldığı hiçbir kul, o topluluğu samimi olarak koruyup gözetmedikçe cennetin kokusunu dahi alamaz.” (Buhârî, Ahkâm, 8; Müslim, İmâre, 21, 22; Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, nr. 3260, 3261)
“Allahım! Kim ümmetimin herhangi bir işini üstlenir de onlara zorluk çıkarırsa, sen de ona zorluk çıkar! Her kim de ümmetimin herhangi bir işini üstlenir de onlara yumuşak davranırsa, sen de ona yumuşak davran.” (Müslim, İmâre, 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/62, 93, 260; Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, nr. 8873; Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, nr. 3256; Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 14926)
Kamu hizmetlerinde idarecilik yapanlar bu hadis-i şeriflerle derin bir nefis muhasebesine çağrılırken, idare edilenler de itaatle mükellef tutulmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülü’l-emre de itaat edin” (Nisâ 4/59) âyet-i kerimesindeki ülü’l-emr, en genel mânasıyla müslümanların çeşitli işlerini üstlenen idarecilerdir. Dolayısıyla çeşitli hizmet kademelerindeki idarecileri de bu kapsamda görmek gerekir. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v) şu hadis-i şerifleri edinmemiz gereken ahlâkı bildirmektedir:
“Başı kuru üzüm gibi Habeşli bir köle de olsa, üzerinize başkan olarak görevlendirilenin emrini dinleyin ve ona itaat edin.” (Buhârî, Ezân, 24, 26; Ahkâm, 4; Cihâd, 39)
Bu itaatin mahiyetinin ve çerçevesinin de yine sünnet-i seniyye ile belirlendiğini hatırlatalım.
Evet, vakıf ve dernekler gibi toplum hizmetleri sahasında bize verilen görevleri, hangi kademede olursak olalım, Allah’ın emaneti olarak kabul etmeli ve elimizde bulundukları sürece bu emanete ihanet etmemek için çırpınmalıyız.
M. Saki Erol – Semerkand Dergisi, Temmuz 2013.
Bu yazı 2.575 kere okunmuştur.
Sosyal medya:
Tweetle