rss: yazılar
arama
Dervişin ‘Hilm’i

Hilm, en ağır tahrikler karşısında bile öfkeye kapılmadan, ölçü ve dengeyi kaybetmeden, vakar ve teenni ile, aklederek mukabelede bulunmaktır. Her hususta olduğu gibi bunda da ölçüyü anın şartları değil, Kur’an ve Sünnet belirler.
Dervişlik “hilm” ile muameleyi gerektirir. Tasavvuf ehlinin ekseri halim selim insanlar olması bundandır. “Hilm” aslında “vakar” veya “ağırbaşlılık” demektir. Kaynaklarda bu kavram tarif edilirken sıralanan itidal, sükûnet, sabır, nezaket, müsamaha, rıfk, mülâyemet gibi haller, belli durumlarda vakarın şartlarından sayıldığı için hilmin kendisi gibi anlaşılagelmiştir.
Böyle olmakla birlikte mümine mahsus vakarı zedeleyecek tarzda her zaman alttan almak, müsamaha göstermek yahut yumuşak davranmak hilm değildir. Âlicenaplık esastır, lakin yeri geldiğinde şer’î ölçüler içinde kalmak kaydıyla sert karşılık vermek de hilme dahildir. Mülâyemet telkininin bu kadar ön plana çıkması, insanların hiddet ve sertliğe yatkın olmalarındandır.
Hilm, eskilerin “cahillik” diye adlandırdığı ve olgunluğa erişememiş kimselerin aklı devre dışı bırakan nefsanî bir öfke haliyle sergiledikleri, insanı küçük düşüren tutumlardan azade olmak şeklinde de tarif edilebilir. Bu tariften anlaşılacağı üzere hilm, aklın eseridir, akledebiliyor olmanın tezahürüdür.
Nitekim müfessirler Tur suresinin 32. ayetinde çoğul haliyle geçen hilm kelimesine “akıl” manası vermiş, İmam-ı Gazalî rh.a. hilm’i “aklın kemale ermesinin delili” saymıştır. Akletmeyi mümin kalbinin bir fiili olarak anlamak kaydıyla, hilm ile muameleyi “aklederek muamele” diye okumakta bir beis yok şu halde.
Ölçü Kur’an ve Sünnet’te
Evet; hilm, en ağır tahrikler karşısında bile öfkeye kapılmadan, ölçü ve dengeyi kaybetmeden, vakar ve teenni ile, aklederek mukabelede bulunmaktır. Her hususta olduğu gibi bunda da ölçüyü anın şartları değil, Kur’an ve Sünnet belirler. Fakat meselenin bu boyutu bazen gözden kaçırılmakta, hilm ile davranma telkini ya bir acziyete, duyarsızlığa veya sorumsuzluğa bahane yapılmakta yahut birtakım nefsanî hesaplara alet edilmektedir. Bazı çevreler her türlü fiili hoş görmek, hiç kimseye veya hiçbir şeye müdahale etmemek gibi bir tavrı hal dili ile olsun tasavvuf adına dışa vururken, hariçtekilerin suizannına da davetiye çıkarmakta, tasavvufun dinde lâkaytlığa yol açtığına dair tenkitleri çoğaltmaktadır.
Doğrudur, derviş tevazu sahibidir, kibirlenmez. Kimsenin ayıp ve kusurunu gözetmez, tecessüs eylemez. Kimseye suizanda bulunmaz. Kendisine sataşan cahillerle cedelleşmez, öfkesini yutar ama kin tutmaz. Hata yapanlara mühlet verir, affetmeyi sever. Kendisine gelmeyene gider, vermeyene verir, kötülüğe kötülükle mukabele etmez. İyimser ve ümitvardır. Güzel görür, güzel düşünür. Muhatabı kim olursa olsun ona öncelikle yumuşak bir üslupla, gönül alıcı bir tarzda söz söyler. Söylediği mutlaka hayırdır. Eğer hayır söyleyemeyecekse susmayı tercih eder. Fakat işte bütün bunlar Kur’an ve Sünnet’e bağlılığın tezahürü; mümin izzetinin, müslümanların birbirlerine merhametle muamele mükellefiyetinin eseri olduğu için hilmdendir. Yahut hilmin bu çeşidi müminler arasındaki kardeşlik hukukunun iktizasıdır; müslümana gösterilir.
Hilm mülâyemetten ibaret değil
Derviş, İslâm’a ve müslümanlara saldırmadıkça, ümmet-i davet hükmündeki gayri müslimlere de tebliğ vazifesi çerçevesinde mülâyemetle yaklaşır. Fakat bu mülâyemet bir müdahane olmadığı, hakikati söylemekten kaçınmayı gerektirmediği gibi, her durumda sürdürülecek bir tavır da değildir. Hz. Musa a.s. Firavun’a elbette ilk etapta tatlı dille tebliğde bulunmuştur ama hakkı ve hakikati en çıplak haliyle söylemiş, Firavun’un azgınlık ve saldırganlıktan vazgeçmemesi üzerine de ona karşı “çok çetin ve şiddetli” bir duruş sergilemiştir. Çünkü böyle durumlarda hilm yahut mümin vakarı yumuşaklıkta değil, sertliktedir.
Dervişin kâfirlere ve aleni günahlarında ısrarcı olan fasıklara mülâyemet tarzındaki hilm’i, onların iyiliğini yani hidayetini murat eylemesindendir. Hilm ile davranacağım diye böylelerinin işlediği günahları meşrulaştıracak bir tavır takınmak, yanlışına yanlış dememek, gerekli ikazları yapmamak muhatap için bir iyilik olmadığına göre hilm de olmayacaktır. Hilmde ikaz etmemek değil, ikazı güzellikle, kırıp dökmeden, karşımızdakini incitmeden, tenha kalındığında yapmak esastır. İncitmemek dahi tek başına maksat değildir. İncinmesi halinde muhatabın öfke veya alınganlıkla bir yanlışa yönelmesine, işlediği günahı sürdürmesine mani olmanın bir tedbiridir sadece. Zaten derviş, bırakın insanı, herhangi bir mahluku bile incitmemek için azami dikkat gösteren kimsedir. Onun nefreti günahkâra değil günahadır. Üstelik son nefeste kimin nasıl göçeceğinin bilinemeyeceğini bilir.
Yaradan’dan ötürü seviyorsak
Tasavvuftaki hilmden bahis açıldığında hemen herkes derviş Yunus’un “Yaradılmışı severiz Yaradan’dan ötürü” mısralarını sözün bir yerine koyar ve herkesi, her şeyi kayıtsız şartsız sevmek, hoşgörülü olmak gerektiğini bir şekilde buraya bağlar. Halbuki “Yaradan’dan ötürü” ifadesi mahlukata gösterilecek şefkat ve muhabbet için bir kayıttır ve bize Allah Tealâ’nın hoş görmediğini hoş görme hakkı vermez. Üstelik hoş görebilmek için, görülende sayısız çirkinlik içinde olsa dahi bir hoşluğun, bir güzelliğin bulunması da esastır. Ve nihayet sevgi, sevileni her halükârda hoş görmeyi gerektirmez.
Dervişlerin muhabbet ve mülâyemete çağıran sözlerindeki bu incelikleri çoğu zaman gözden kaçıranlar oluyor. Böyleleri hoş görmeyi, bir yanlışı, bir masiyeti güzel görmek; haramların helal gibi anlaşılmasına yol açacak tarzda sükût etmek sanıyor.
Bir de sosyal statüsü yüksek fasıklara, kâfir ve müşriklere gösterdikleri sınırsız hoşgörünün kırıntısını bile, ufak tefek yanlışlarla malûl samimi fakat sıradan müslümanlardan esirgeyenler var. Bu tutum vakarın, hilm sahibi olmanın değil; sekinet mahrumiyetinin, gönül darlığının, dolayısıyla bir zillet halinin alameti şüphesiz. Oysa Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarının tecellisine mazhar olan derviş gönlü, bütün mahlukatı şefkat, merhamet ve muhabbetle kucaklayacak genişliktedir. İşte bu şefkat, merhamet ve muhabbet sebebiyledir ki derviş, bütün insanların hidayetini ister, hoşgörü adına günahlarını meşrulaştırarak onları isyana sürüklemekten sakınır. Ve bir dost olarak söylenmesi gereken yerde de acı söylemekten kaçınmaz.
Bir tasadduk türü: Müsamaha
Bazı kimselerin hilm ile davranacağım derken vakarlarını zedelediklerinin farkına varamaması ise tasavvuf erbabının müsamahasını yanlış anlamaktan kaynaklanıyor. Bunda “müsamaha”yı sadeleştirip Türkçeleştireceğiz diye “hoşgörü” kelimesiyle karşılamanın payı büyük. Hoşgörü, çağrışımları sebebiyle riskli bir kelime. Öyle bir kastımız olmasa bile bir yanlışı, bir hatayı, bir kusuru “hoş” görmemiz, birileri tarafından pekala o yanlış, hata veya kusuru kabul ettiğimiz, meşru saydığımız, doğru ve güzel bularak onayladığımız gibi de anlaşılabilir. Hele de bir günah söz konusuysa bunu hoş görmenin ağır vebali vardır.
Derviş müsamaha eyler. Müsamaha cömertlik demektir ve bir tasadduk türüdür. Müsamahada tasadduk edilen şey, olumsuz tavırlarla karşılaşıldığında kişinin nefsine ait ayniyle karşılık verme hakkıdır. Bu feragat bir gönül zenginliğinin, nefsini alt etme yiğitliğinin, ruh yüceliğinin tezahürüdür. Dolayısıyla insan ancak kendi şahsını ilgilendiren bir haksızlık yahut kabalığa maruz kaldığında, nefsini inciten bir meselede müsamaha gösterebilir. Başkasının kesesinden cömertlik yapılamayacağından, bir kimsenin başkalarına ait haklardan onlar adına feragat etmesi, dinin esaslarından tavizler vermesi asla müsamahakârlık olamaz.
Dervişlerin, toplumda ifsada yol açmayacak bazı günahları faillerinin yüzüne vurmaktan, bunları ikaz maksadıyla olsun dillendirmekten kaçınması dahi müsamaha değil, mazur görmektir; düzeleceği ümidiyle muhataba mühlet vermektir. Fakat ancak dervişler gibi, yapılması gereken doğruları hal ile yaşayarak örnek olarak gösterenler bu ümidi beslemeye, bu mühleti vermeye izinli ve ehliyetlidirler.
Ahmet Nafiz Yaşar – Semerkand Dergisi, Ağustos 2013.
Bu yazı 2.715 kere okunmuştur.
Sosyal medya:
Tweetle