rss: yazılar

yönetici

Bâtın Terbiyesi ve Zahirin Kemali

0 yorum
Bâtın Terbiyesi ve Zahirin Kemali

İnsanın varlık sebebi, yeryüzünde niye bulunduğu ve nereye gideceği bellidir. Cenab-ı Mevlâ inzal buyurduğu kitaplarında bütün bunları bildirmiş ve peygamberleri vasıtasıyla açıklamıştır. İnkâr yoluna sapmayan herkes bunları anlar, bilir ve iman etmenin gönül rahatlığıyla yaşar.

İnsan, kuldur. Eşi ve benzeri olmayan tek bir Rabbin kuludur. O ezeli ve ebedi yüce varlığın yarattığı ve yaşattığı bir varlıktır. Her şeyiyle O’na aittir, O’na muhtaçtır. O, insanı her an görmekte, gözetmektedir ve bir gün insanları huzurunda toplayacaktır.

İnsan, bir imtihan, eğitim, kemale erme vesilesiyle bulunduğu dünyada, Allah Tealâ’nın peygamberleriyle bildirdiği bir hayatı yaşamakla mükelleftir. Bu hayatın adı İslâm’dır. İslâm’ı kemaliyle yaşamış en büyük örnek de Hazreti Fahr-i Kainat s.a.v. Efendimiz’dir.

Nebiyyi Zîşan Efendimiz s.a.v. ilâhi vahyi almış, Allah Tealâ’nın muradını en iyi şekilde anlamış ve ona göre yaşamıştır. Ahirete irtihaline kadar geçen sürede hiçbir zorluk, sıkıntı, O’nu Allah’a kulluktan alıkoymamış, her an taat ve ibadetle meşgul olmuştur.

Rasulullah s.a.v. Efendimiz, kalbi her an Mevlâsı ile irtibatlı iken, Ashab-ı Güzini’ne de imanı, ameli ve ihlâsı öğretmiştir. O, ashabının hem dış hem iç dünyasının terbiyesiyle meşgul olmuştur. İslâm’ı zahirde, yani hayatın görünen yüzünde hakim kılarken, insanların arasında olmasının bereketi de ashabın iç dünyalarına, yani bâtına tesir etmiş ve onların ihlâsı -Allah tarafından görüldüğünü kesin olarak bilip, O’nu görürcesine yaşamayı- elde etmelerine vesile olmuştur.

Alimlerimizin bildirdiği itikat kaideleri, ibadetler ve ahlâk ilkeleri, Fahri Kainat Efendimiz s.a.v.’in Ashab-ı Kiram’a öğrettiklerinin naklidir. Bizler de bu nakiller vasıtasıyla Efendimiz’in terbiyesi altındayız.
Fıkıh alimleri, bu dinin hükümlerinin neler olduğunu, Allah Tealâ’nın emir ve yasaklarını, ibadetlerin yapılış şekillerini ve insana gerekli olan her meseleyi ayrıntılarıyla bizlere bildirmişlerdir. Bunu yaparken, Kitap ve Sünnet’e, Ashab-ı Kiram’ın ve onlardan sonra gelen Tabiûn’un rivayetlerine, icma ve kıyasa dayanarak çok titiz çalışmışlardır.

Bu alimlerimizin bildirdiklerine “İslâm’ın zahiri”, bu alimlere “zahir alimleri” ve ortaya koydukları bilgi bütününe de “zahir ilmi” denilmiştir. Hayatın görünen yüzünde, görünür şekilde yaşanacakları bildirdiklerinden bu adı almışlardır.

Fakat herkese gerektiği kadarının bilinmesi farz olan zahir ilmi yanında, bir başka ilme de her zaman ihtiyaç duyulmuştur. Cenab-ı Rabbü’l-Alemin’in emrettiği, Fahr-i Cihan Efendimiz’in ashabına öğrettiği ihlâsın nasıl elde edileceği de “bâtın ilmi”nin konusu olmuştur.

Bu ilmin ilk kaynakları, zahir ilminde olduğu gibi Kur’an ve Sünnet’tir. Ashab-ı Kiram da ihlâsın nasıl elde edileceği bilgisi ve eğitim metodlarını sonraki nesillere aktarmışlardır. Sonra gelenler arasından ihlâsı elde etme şerefine ermiş alimler, müminlerin iç dünyalarının terbiyesi için kullanılan metodları sistemleştirmişlerdir.

Malumdur ki insan bir ruh ve bedenden oluşur. Zahir ve bâtının, madde ve mananın bir araya geldiği bir varlıktır. Kalp, beyin gibi organlarla birlikte manevi organlara da sahiptir. Bedeni bu dünyaya dönük yüzünü oluştururken, manevi kalp, sır gibi lâtif cevherlerle oluşan yüzü de mana alemine dönüktür.

Üzerinde yaşadığımız dünya “halk alemi”ne aittir. Bu alem görünenlerle irtibatlıdır ve pozitif ilimlerin üzerinde çalışabildiği alandır. Bundan başka “emr alemi” vardır ki, teleskopla, mikroskopla tesbit edilemez. İnsanın kalbinin irtibatlı olduğu aslî vatanıdır.

Mevlâmız, alemi emrden olan yanımızı, halk aleminden olan beden ile bir araya getirerek bizi dünyaya yerleştirmiştir. Bir araya gelişte kalbimiz bu yeni aleme ilgi duymuş, bedenin karanlığında kalarak aslî vatanını unutmuştur. Fakat içten içe ne olduğunun tam olarak farkına varamadığı bir şeylerin eksikliğiyle sürekli huzursuz olmuştur.

Rabbanî alimler bu durumun en çok farkında olan zatlardır. Onlar zahirde aynı devirde yaşamış olmasalar bile, Rasul-i Kibriya s.a.v.’in manevi terbiyesiyle olgunluğa ermişlerdir. Kendilerinden istifade etmek isteyen kişileri de aynı şekilde terbiye etmektedirler.

Bu alimlerin terbiye metodlarında farklılıklar olsa da gaye aynıdır. Allah’ın kullarını maddi ve manevi bütün sahte ilâhlara tapmaktan kurtarıp, tek bir Allah’ın kulu olmalarını sağlamaktır. Yani hakiki tevhiddir. Allah’ın lütfu ve keremiyle talipler için istedikleri tek şey budur.

Bu terbiye yolunda talipler seyr u sülûk tabir edilen manevi bir yolculuğa çıkarlar. Bu, çeşitli aşamaları, makamları olan bir yoldur. Talibin manevi kalbi, yolun sırlarını öğrenmiş olan kâmil bir mürşid eşliğinde, gösterdiği gayrete bağlı olarak nurlanmaya başlar. Beden için hava ve su ne ise, ruh ve lâtif organlar için de nur odur.

Nurdan mahrum olunduğu sürece karanlığa mahkûmiyet vardır. Nefsin arzularının kölesi olmaktan kurtuluş mümkün değildir. Aslında insanın dünya hayatının devamı için gerekli olan bu arzuların yokluğu değil, terbiyesi gerekmektedir. İtidale, dengeye ulaşılması, aşırılıkların giderilerek kötü huyların iyi karşılıklarıyla değiştirilmesi gerekmektedir.

Bugüne kadar yeryüzünde yaşanmış zulmün sebebi, nefsin aşırılıklarına karşı insanın akıl ve iradesiyle iyi bir direnç gösterememiş olmasıdır. Bütün günahlarda bu dirençsizlik görülür. Evvelde kudsî müşahedelerle şereflenmiş olan yanımızın, toprağın karanlığıyla birleşip nefsin tasallutu altına girmesini bir noktaya kadar makul karşılamamız mümkündür. Hatta içine düştüğümüz karanlık, bizim terbiyemiz, kemale ermemiz için de bir vesiledir denebilir. Fakat Cenab-ı Hakk’ın bütün uyarılarına, gönderdiği peygamberlerin ve onların takipçisi olan ehlullahın yol göstermelerine, hatta bizzat vicdanlardan gelen işaretlere rağmen insanın haktan kaçması artık makul değildir.

İnsan mutlaka Rabbi’nin huzuruna geri dönecektir. Gerçi her an O’nun huzurundadır ama ölümünden sonraki huzurda hiçbir şüphesi kalmayacaktır. İşte bâtın ilmi, ölümden sonra mutlak olan huzura mümini dünya hayatındayken ulaştırmak ve böylece ihlâsı elde etmek gayesini taşır.

Rabbanî alimlerin nezaretinde çıkılan bu ihlâsı elde etme yolculuğunda, tasavvufî tabiriyle seyr u sülûkta taliplerin başına sözlerle izahı mümkün olmayan hadiseler de gelir. Bunların arasında kişilerin ilgisini çeken, eğlenceli bularak oyalandıkları, kimi zaman bunların nasip olmasıyla kibirlenmelerine yol açan şeyler olur. Bunların insanı yoldan alıkoyan dünya eğlencelerinden bir farkı yoktur. Nefse karşı zahir hayatta uyanık olunduğu gibi, seyr u sülûkta da uyanık olmak gerekir.

Doğru yol üzere olup olmadığımızın tek ölçüsü, zahir alimlerimizin -Allah onların cümlesinden razı olsun- bildirmiş olduğu ölçülerdir. Hangi yolda ve nerede olursak olalım, itikadımızda onların akaid ilmine, amellerimizde onların fıkıh ilmine aykırı bir şey varsa yanlış yapmaktayız ve tehlikedeyiz demektir. Bu ölçüyü gözden kaçırdığımızda, Allah için çıkılan yolda şeytan gibi istidraç sahibi olup, sapkınlar topluluğuna katılmanın acısını yaşarız.

Bâtın ilmi yalnızca zahir ilmine destek vermek için vardır. Bunlar birbirinden ayrı, bağımsız ilimler değildirler. Mutasavvıflar, fakihlerin ulaştıkları sonuçlardan zerrece farklı bir sonuca ulaşmazlar. Bir insanın ihlâsı olsa da olmasa da, fakihlerin bildirdiği hükümlere uyması farzdır. İhlâsı da olursa ne mutlu ona!

Rabbimiz’in tevfik ve inayeti ile…

Mübarek Erol – Semerkand Dergisi


Bu yazı 3.924 kere okunmuştur.


Sosyal medya:



Bu yazıya yorum yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

NFL Jerseys Free Shipping